Siyah yorgan örtülürken üzerime hala oradaydım. Nereden geldiğimi hatırlamaya başlamanın zafer sarhoşluğu, gittikçe belirginleşen içimdeki boşlukla beraber iyice dönüyordu gözlerimde. Kalkmam gerektiğini biliyordum, yılın en çetin rüzgarlarının olduğu vakitte, olmamam gereken bir yerdeydim. İliklerime kadar işleyecek bir titremeyi bekliyordum belki, henüz yırtılmamıştı sessizlik... Ceketimin tek sağlam cebinde, alnım kadar kırışmamış bir kağıt parçası elime değdi. Mürekkeplerinin birbirlerine kavuşmasından önceki son anlarını yaşıyordu. Yorulmazdı zaman nihayetinde, insan teriyle büyürdü.
En yoğun tutkular dahi korkunun kafesinden kaçamazken, ben nasıl koşabilirdim bilmiyordum. Nemli bir bank üzerinde, peşimde bir yığın cesur kum ile nefes nefese bulabildim kendimi. O kadar ağır bir yük vardı ki cebimde, tenime dahi değse kısılıyordu bakışlarım. Kağıda doğru soğuktan kaçan parmaklarımı uzatırken, bir kaç parça daha kırıntı döküldü hafızamdan. Ayaktaydım. Bir çift yeşilin elinde, dünyanın en can yakan iltifatları, sanki bir beddua karartısı gibi gökyüzümü kaplamıştı. Piyano tuşları yağıyordu dudaklarıma ; her biri düşerken bir başka melodi kırılıyor, bir başka kelebek ölüyordu önümde. Yetişemedi hiç bir baş parmak onlara, şakakları tutan herhangi bir dört parmak da yoktu zaten. Yalnızca sonsuza doğru uzanıyordu o karartının arkası, asla uzanamayacak olunanın bir siluet ritüelini bırakıp ; kayıp giden toprak parçalarına dualar okunmuştu halbuki, kırıldı bütün tarçın kokuları, kapandı kayboluş perdesi...
Fakat kayboluşlar bilinçliydi,
Ve onlar hiç sekmezdi başkalarının hayatlarına.