Tamemen Kişisel

Mısır püskülü. Kağıt bardakta içilen bir tebessüm. Hiç gelmemiş yağmur devri.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

yanlış köprüler

"kalem kalem tükenirken hayat önümüzde, birer tren garı olduk senle bu şehrin saçlarında. kokusu çaresizlik kadar keskinken dualarımızın, tekrar uyanmayı seçtik... gözlerimiz bulutlara gömülüydü. ılık ılık kirpiklerimiz... ya sen.."

- akan rimellerimi silmek istemiyorum. nerede olduğumuz veya nereye gittiğimiz bulantılarımız içinde hiç önemli değil. yine kendi girdaplarımda boğulurken, bu sefer seni de götürmek istemiyorum. kayıt 23. son.

kasedi özenle yerinden çıkarıp, küçük pırasa bebeğinin yanına koydu. odasının en ücra köşesinde sanki insanlıktan saklanan boy aynasının karşısına geçti. kabarmış saçları, şişmiş gözleri ve kızarmış şirin burnunu görünce yüzünde bir tebessüm oluştu. geçmişini hatırlıyordu belki. varlığının ona verdiği büyük sancılarını. gerdanından göğüslerine yuvarlanmış arzu dolu bir kaç nefesi belki. acı, onun için ne olabilirdi ki ? bir sigara daha sadece...

- sigaram ? nerde nerde nerde... hah evet... evet..

bir dal daha yaktı camın karşısında. her solukta bir kıvranışı daha diniyordu sanki. kollarıyla evini sarmış, camına doğru bir sükunetle eğilmiş çınar ağacını seyretti. serin bir rüzgar... iliklerine kadar.

- seni de eğdiler öyle değil mi ? ... öyle tabi ki... öyle... seni de...

tekrar yatağına döndü. boş bir kaset daha çıkarıp kayıt durumuna aldı. sigaradan derin bir nefes daha çekti. defterin en uzun sayfasını açtı.

"huzursuz bir tarçın fırtınası * daha yüreğimde. zaman, takvimlerden damlarken köprülere, bir dere içinde "olmayacak" yaratıldı. umut küreklerim kırılsaydı.. yılsaydım yakamozlarına.. ıssız buğularında... ya sen ?"

- ... ... kayıt 24. s..s.. son.

birbirine karıştı ses telleri. ipince bir çığlık koparken derinden, gözleri susmayı tercih etti. olduğu yere uzansa, sanki bütün dünya orada bitecekmiş gibiydi. geleceğinden korkmamıştı hiç bu kadar, şimdiden korktuğu kadar..

- gitme vakti... kayıtsız bir kaç söz... sadece, yaşanmışlığın tek dostu duvarlarım için... en çok sizleri özleyeceğim... bir de pırasa bebeğimi... onu iyi koruyun... beni koruduğunuz kadar...

saçlarını son defa okşadı bebeğinin. yatağının içine şefkatle yatırdı. bir tek o sevinci zerkedebilirken dudaklarına, üzerini örttü... bir masum öpücük...

- kendine çok iyi bak olur mu...

sırt çantasını omzuna aldı ve kapıya doğru ilerledi. arkasına bakmak istemiyordu. ışığı açık bıraktı. pırasa için...

- sen her şeyin güzelini hakediyorsun pırasa... ışığın asla sönmesin... bizimkilerin söndüğü gibi...seni çok seviyorum...23'ü senin için bırakıyorum... olur da bir gün özlersen beni... di mi...

---------------------------------

sokaklar birbirine yabancılaşmıştı sanki. yürüdüğü her yol, bir çıkmaza gidiyor, attığı her adım onu bir parça daha ufalıyordu kaldırımlara... başını hiç kaldıramazdı ki... utanarak ölmek istiyordu. tüm bu insanlıktan, kötülüklerden, pandora'nın o lanet kutusundan... her şeyden utanarak... bir inancı yoktu... ne bir peygamber sabrı, ne de tüm insanların günahı için acılar çekmek... o utanmayı seçmişti... kıpkırmızı yanaklarını...

- aa kıza bakın..
- hasta gibi ıyyy..
- mecnun galiba..
- yazık biri yardım etmeli..
- uzak duralım çekilin..
- koşma oğlum uzak dur ondan..
- polis yok mu..
- aman tanrım şu hale bak..

yumruklarını bir kez daha sıkıyordu, her bir insan yanından geçerken... ezilmeyi damarlarında hissederken... yalnızca hiddetleniyordu, sonra yine bir utanma... baş öne... kalp toprağa...

- bu insanları toplamak lazım..
- kötüye düşürmesin tanrı..
- yazık...

patladı... nefret boşaldı sokaklara...

yeter ! ben ne bir mecnunum, ne de bir hastayım ! yeter !

geri çekilen kalabalık sese doğru toplanmaya başladı. yine de bir çekingenlik vardı havada...

varlığınızın bilinçsizliğinde, sadece bir sopa peşinde yaşıyorsunuz ! hiç biriniz daha doğmadınız bu dünyaya, gözleriniz hala kapalı...
- ah yazık delirmiş..
deli ha ? deli mi dediniz ?

orta yaşlı bir teyzenin yanına ilerledi, gözlerine hiddetle bakıyordu.

- damga yapıştırmak ne kadar kolay öyle değil mi ? deli... evet deliyim... çünkü bu dünyayı gerçekten yaşayabilmiş olanlar delilerdir bayan... bir döngü içindesiniz, içinizdeki acıları paranız refahınız kapıyor öyle değil mi ?
...
- öyle değil bayan... öyle değil... bizler insanlığı, ilk medeniyetten itibaren kaybettik.. düştü... paramparça oldu her bir asır.. geriledik... mutfakta kullandığımız bir robottan farkımız yok şimdi... acılar çektirdik... acılar , acılar, acılar !!
biri bu kıza yardım etsin...
- hayır benim yardıma ihtiyacım yok, asıl sizin var ! sizlerin... sizin gibilerin... hiç pırasa bir bebeğiniz oldu mu ? onu bile küçüklükte bıraktınız, kaçınız hala ona olan sevgisini hatırlıyor ?! biz sevgiyi unuttuk, insanlık unuttu bayan.... insanlık kaybediyor... her gün, biri daha sırtlanıp gidiyor buralardan...
...
- susmayın konuşun... bu gidenlerden... hayatını yanlış köprülerden geçerek bulan insanlardan... utanarak gidiyorum... sevgiden, insanlıktan utanarak.... hiç bir klişeye bağlı olmadan... genç bir kız değilim... bir insan bile değilim belki artık...

gözlerini koluyla bir hışımla sildi. çantasını tekrar topladı... bir kaç hıçkırık ile kalabalığı yarıp koşmaya başladı... şehrin uzak bir köşesinde, bir göl üzerine kurulmuş asma bir köprüye gelince durakladı.. yürümeye başladı yavaşça... köprünün ortasına gelince, çantasını yere attı... uzun uzun suya baktı... ve kendini boşluğa bıraktı...

neler geçiyordu aklından... rüzgar, bütün vücudunu yalarken, sadece gözleri açık kalabilmişti bu dünyaya... kalbini, aklını her şeyini kapadı...

suya ilk giriş... canı yandı... ensesi acıyordu... soğuk suyun verdiği şok ile bir an çırpınmak istedi... ama yapamadı... ışık suyun içinde ona doğru bulanırken, o sadece daha derine gitmek istiyordu...

ilk nefes veriş... her bir hava kabarcığında hayatından birer kısa film gördü sanki... tebessüm edebiliyordu... umutları ilk defa göğe gidiyordu sanki.. güneşin topraklarına...

titreyiş... zamanı geliyordu... daha sıkı bir titreyiş... ciğerlerine suyun dolmaya başladığını hissetti... ölümün bu kadar yalnız olacağını bilmiyordu... duyguları kapandı... zincirlendi... bilincini kaybediyordu... soğuk değildi... algısızlık...

gözleri son defa kapanırken hayata... aklından sadece son bir kaç mısra geçti...

"yanlış köprüler,
usul usul buharlaşan hayalinle,
şimdi ben doğuyorum kül tablasına,
bırak vicdanımı,
uykulu sularda artık ruhum,
amansız,
sarhoş..."

18 Mart 2010 Perşembe

son yaprak

"... ve ben o gün senin kirpiklerinde açan uykulu çiçeklerle doğmuştum dünyaya. kırık tadını alamadım buselerinin yalnızlığında. yumuşaktı toprak, gök esmer. düşerdi rüyalarım rıhtımlara gri bir mendille. ayaklarının altından bir hayat emeklerdi ve kahverengi bir gövdenin son günahları akardı damarlarından. yanardı dudaklarım... son yapraktım..."

kalemini bıraktı. parmaklarını tüketmek istemiyordu. daha mühürlenecek çok şey vardı kahpe hayatın son demlerine. ruhun en parçalanmış, kıyılarda köşelerde çürümeye bırakılmış sandık sandık duygu kırıntıları, imkansızlıkları, pişmanlıklarla bulandırılmış bağımlılık romanları... bir nefes kadar uzun, bir nefret kadar kısaydı o son yaprak..

- boş mu ?
- sensizlik kadar...

gözlerini bir kaç defa kırptı. başını döndürmedi. eline tekrar kalemini alıp kağıdına üşüştü.

"... ve ben o gün senin dudaklarında tüten gemilerle büyüdüm sana. hazin karanlıklar kadar tazeydi hiçliğin. tutuktu bükük dil, solgun sigara. yükselirdi burçaklardan haykırışlarım bucaksızlığa. koynundan ıslıklı bir gelincik geçerdi ve yırtık bir sessizliğin arzuları dokunurdu tenine. hınzırdı zamanım... son yapraktım."

tekrar kalemi bıraktı. ufkuyla yüzleşiyordu korkularının. alev alev mühürlüyordu son yaprakla beraber kalbini. upuzun kavak ağaçları altında, hüzün diyarlarından gelen perilerle belki... hissizdi, bir dönence içinde takılıydı onları izleyen melekler. esaret kadar yangındı o son yaprak, doğrular kadar donuktu anılarda...

- her şey için özür dilemek... bunu yaparsam gözünde daha çok küçülmekten korkuyorum.
- yerimiz iki metrekare... sana kalmış...

derin bir hava daha çekti simsiyah ciğerlerine doğru. "son bir el daha.." dedi mırıldanarak. eğildi.

"... ve ben o gün senin kızıl gerdanına huzurla sinmiş bedenimle öldüm aydınlığına. göremediklerim kadar mükemmeldi sahte ırmakların. yıkıktı gözler, usanmış saçlar... dağılırdı tutam tutam kan kırmızı sevgilerim yatağına. kollarından gül yaprakları yıllanırdı yudum yudum kayboluşuma ve umarsız ince bir ip ağlardı varlığıma. salınıktı eteklerim...bitmiştim... son yapraktım."

bir düşen kalem sesi daha işitti dört kulak. bir düşen hayat daha gördü hemdert kavaklar. terliydi toprak. mühür kapanmıştı ağır ağır üstlerine gölge duvarlarla. sızılar boşalıyordu omuzlara... kim bilebilirdi, melekler de ağlar mıydı ?

- her düşen yaprak kadar günahım var senin defterinde. her ağacın tutuk bakışları kadar kalın parmaklıklarım sahipliğinde. gelmem en büyük adaletsizlikti. ikimiz içinde. fakat sen yine buradaydın. ne yaptıysam.. ne dediysem.. ne ettiysem.. hep buradaydın..

son yaprağı hışımla kopardı. ikiye katladı. gözlerinden aldığı iki damlayla kağıdın uçlarını ıslattı. çantasını sırtına attı ve ona doğru döndü.

- her bir yaprak kadar senin adını sayıkladım..ve her bir düşen aciz yaprak kadar senin için gözyaşları içtim.. sevgiyi sarı yaprakları yeşillenirken buldum.. bulunmazlığın sırtlarında gezdiğin her daim bir yaprak daha ekledim çantama...
- ya o elindeki..
- o son yaprak... senin hakkın...

kağıdı verdi ve arkasına dönüp olabildiğince hızlanarak koşmaya başladı. çantasının açık kısmından yapraklar uçuştu etrafa... geride ise sadece kurumuş iki göz kalmıştı arkasından bakan...

ve ansızın..

bir yaprak süzüldü...fahri kuşlarla dans ederek rüzgarın eşliğinde... kurumuş gözlerin önüne doğru serildi... şöyle yazıyordu...

"... ve sen benim gittiğimi gördüğün gün, hayat senin için şimdi başlayacak..."

12 Mart 2010 Cuma

yitik çırpınışlar

"kimsesizliğin soğuk dokunuşları yürüyor gözlerimden, ve ben yine dudakların oluyorum hayalimin camlarında.. buğular geçsin hadi izin ver.. eğer ki sen soluyabiliyorsan ışıltılı buğu yuvalanmış camı.. o benim yitiğim.. senin çırpınışlarındır..."

- yıkardım yırtılmış mavi gökyüzünü ellerine ve duvağını keserdim kayan yıldızların kirpiklerine..

etrafına ağır ağır göz gezdirdi. nereden geldiğini anlamamıştı bu cümlenin. kaleminin başını tekrar kemirdi ve kağıda usulca eğildi.

"ya da bir çiçeğe zikir olurdu çırpınışların bir kayık bahçesinde. suyunda bir efkar dolaşırdı. duvarlar yine mi yitik ey dağlar"

- huzurunu aşıla fırtınaların gölgelerine ve bir damla daha öksür engellerine özgürlüğünün..

"sen de kimsin" demek isterdi. umursamadı. karanlığı aydınlatan çakmağını aradı. bir sigara daha yakmak...

- yaşamın dalları arasındaydı yuvalarımız ve ıslak topraktandı girişlerimiz içine... ölümü tekrar nefesleme.
- bu 20 senelik kısa boylu bir hikaye... sen kim olasın ki ?

cevapsız bir diyaloga girdiğini o da biliyordu. çürümüş iskemlesinin üstünden kalktı. gıcırdayan lambasını tuttu. sessizliği dinlemeye koyuldu.

- ben geldim ? aç zihnini.
- git buradan. bırak beni.
- sen beni özlüyordun. ben geldim. şimdi bana bırak.
- hayır. zamanı ısıtma. dur.

titredi. elindeki kalemin ucunda kanlar gördü. ağzının köpürdüğünü hissetti. bir kere daha "ah" dedi. o kadardı duası...

*******

yürüdü. durmadı hiç. ona varana kadar asla engel olamayacaktı kimse yoluna. güzün hazinliği birikmişti yaşıyor olduğu travmasında. "neden tanrım" dedi, diyordu, demeye devam ediyordu yüreği. "bir tanrıya inanıyor" olmanın yararı bu olsa gerekti. feryat edebileceğiniz bir şeyin olması...

- lütfen hanımefendi içeri giremezseniz. yas--
- çekil şuradan..

kapıyı sertçe açtı. donuk bir çift göze kesildi duruşu. masaya koştu. evlilik resimleri dağılmıştı her bir yana. ikisinin de en güzel gülüşlerinin olduğu şöminebaşı bir resim dikkatini çekti. arkasını çevirdi, bir şeyler karalanmıştı.

"yıkardım yırtılmış mavi gökyüzünü ellerine ve duvağını keserdim kayan yıldızların kirpiklerine.."

"duvak" dedi... durdu. saçlarını titreyen ellerine karışmış gözyaşlarıyla karıştırdı. ısıracak daha fazla da yer kalmamıştı zaten dudaklarında da. başını kan damlalarıyla bezenmiş kağıda doğru çevirdi. karakalem bir çalışmanın altında bir şeyler daha karalanmıştı. korkuyordu. yazı... belki de kendini görüyordu. pişmanlık artık onun ta kendisiydi. kendinden korkuyordu. kendi savaşını kaybetmekten....

"ya da bir çiçeğe zikir olurdu çırpınışların bir kayık bahçesinde. suyunda bir efkar dolaşırdı. duvarlar yine mi yitik ey dağlar"

dizleri çözüldü. bir feryat ki inceden... bir uğultu gibi. tiz bir vurgun acısı daha. elleri yumruk oldu. masada birleşti ahenkle. tok bir sesin izinde... yerlere dökülmüş sigaraları gördü. dağınık tütünleri...bu sefer kendi söylüyordu. istemsiz bir duyguyla...

"huzurunu aşıla fırtınaların gölgelerine ve bir damla daha öksür engellerine özgürlüğünün.."

durmadı... devamı vardı...

"görmemiştik biz hiç doğan ayı aslında. hala güneşin dikenlerinde sallanırdı salıncaklarımız. bir dünya daha çizmiştik biz yeryüzüne ve o da gitmişti amansızlığa. durmak bize göre değildi..."

sımsıkı yumdu gözlerini. biliyordu bunun sonunu. biliyordu ki zaman ısınmıştı. o duvarın köşesinde bir çınar yatıyordu. kanın çizdiği yolda bir kaç kelime daha düştü ıssızlığa..

"yaşamın dalları arasındaydı yuvalarımız ve ıslak topraktandı girişlerimiz içine.."

toprak olacak o benliğe sarıldı. ağlamıyordu. gözyaşı artık çünkü manasızdı. debeleniyordu boşluğa doğru. inlermişcesine söylendi. "ben artık geldim.. gerçek ben.. ben..!!!" durmuyordu 20 sene. akmıştı çoktan.

yitik bir çırpınıştı artık onun dili...

11 Mart 2010 Perşembe

yağmur altında öpüşmek

"içindeki duyguların dinamik bir baskı oluşturduğu ruhlarda, en güzel dizginleme sanatıdır. bir yandan yağmur vurur serinlersiniz, bir yandan dudaklarınız ıslanır o'na kanarsınız..."

yazar, o kadar güzel özetlemişti ki herşeyi aslında... sadece bir tebessüm oluştu düşünceli bakışlarıyla yüzünde. çiseleyen yağmuru duyuyordu elleri, titrek bir heyecan vardı içinde belli belirsiz. oturduğu tahta banktan kalktı ve biraz yanındaki büyük çam ağacının dibine çöktü. cebinden küçücük buruşuk bir kağıt çıkardı. akan burnunu eliyle sildi çocuksu bir refleksle.

"o öyle bir andı ki... ben sana bunu anlatmak istesem, dudaklarım kurumaya başlar hemen... belki dizlerine başımı koyup sen saçlarımı okşamaya başlasan ancak çözünür karanlıklarım... kimsenin göremeyeceği duyamayacaği bir yangındı o... alevsiz ve dumansız..."

ağacın dibinden kalkıp bir kaç adım ileri yürüdü. şiddetini arttıran yağmuru umursamıyordu. alışıktı o ıslanmaya. ıslaktı hayalleri, ıslaktı duaları... gözleri hep ıslaktı... elindeki kağıdı umutsuzca rüzgara bıraktı. süzülüşünü izlerken başka kağıtlar çıkartmaya çalıştı, yırtılmış mutluluğuna inat onları bir küçük bir zafer edasıyla bir araya getirdi.

"parıltılar içerisinde masmavi bir rüyaydı o... asla tadını başka yerde alamayacağım..."

sözü kesildi bir anda. iki yumuşak kolun belinden doğru onu kavradığını hissetti. tutamadı kendini, dudaklarını ısırmayı bıraktı...

- neden ağlıyorsun balım... buradayım...ben geldim
- seni o kadar çok özledim ki... o kadar çok... çok...

o'nun geldiğini biliyordu. o ancak böyle nefes alabilirdi, o'nun nefesi ancak boynundan doğru kalbinin derinliklerine böylesine ısıtabilirdi. bu tanrının bir lütfu muydu? ya da bir mucize... soruyu yaşamak zamanı değildi. arzusu sadece o'ydu. sert göğsüne başını yasladı. belki kalbini hissedemiyordu ama liman duruluğunda bir tatlılık sarıyordu tüm bedenini. utangaç bakışlarını daha fazla saklamak istemedi.

- hala yazılarını saklıyorum biliyorsun değil mi... senin kokun hala onlarda...
- ben hep senin yanındayım. asla senden ayrılmadım... yokluk sensizliğin ta kendisidir...

öyle bir çekim vardı ki aralarında... belki sadece göz açıp kapayıncaya kadar birleşmişti onlar. soğuktu dudakları, ama bu onun umrunda değildi. tutkuları istekleri herşey gözlerinin önünden geçip gidiyordu uzaklara...

- kızım...

duran zaman mıydı yoksa kalbi miydi ? anlamsızlaştı düşünceler, bir anda gözleri boşluğa doğru açıldı. titreyerek arkasına döndü

- ilaç saati birtanem benim, hadi gel yanıma...
- ben iyiyim anne...
- biliyorum tatlım çok iyisin... hadi bırak ağaca sarılmayı gel yanıma
- ben hasta değilim anne...

aşk bir rüyaydı kimi zaman... bulutsu bir dirilişti uykuya... onu onsuz yaşamanın başka bir adıydı... ve bir ince hışırtıydı masum dünyalarında insanların... yağmur altında öpüşmek kadar...

son defa tut elimi

ayrılık uçurumunun kıyısına oturmuş iki küçük kırmızı kalbin birbirlerinden isteyecekleri belki de son umuttur..

yıpranışların, haykırışların, ağlayan duaların gölgesinde yürünülen çıkmaz yolda tatlı tatlı soğuk bir rüzgar eser. insanın özüne bir melek dokunur, titrer.. bakışların dipsiz kuyulara döndüğü bir alemdir..

- ve şimdi buradayız.. ne tutunabileceğim saçların var koynumda, ne de dudaklarından dökülecek o eski inciler
- biz burada değiliz... belki karşıki dağların ardında, belki bulutların üstündeyiz...burada sen ve ben varız

sebep olur... tane tane kar yağar buzdan acılar içinde gözlerden.. bitip tükenmiş ruhların defterleri dürülmeye başlanır

- ya bu ben değilsem.. yılgın tebessümlerime mi inat herşey..sonuca secde etmek miydi onca olanlar
- geçen zamanın acısına sabır derler.. sen bu olmasaydın... titremezdi kalbim boşluğuna

kurur... dudak kurur.. boğaz kurur... soğuk keser dilleri...imkansızlığın avuçları içine damlar anılar bir bir...

- ben sanırım üşüyorum...bu inen perde mi...
- durma sakın...son defa tut elimi..

o sıcaklıktır ki hayat için hala bir tutunma noktasıdır... huzur dolu bir kıvranıştır... sözlerin eşliğinde boşanır oturulan toprak hiçliğe... uçurumun çektiği hikayeler yankı bulur son defa o sozlerde...sert bir ses indirir gerçek perdeyi...zalimce...

imkansız aşklar

derin denizin dalgaları, ayaklarınızı sizden uzaklara götürüyormuş gibi sarılır ya..gözleriniz kumların içten çekilişlerine tanık olur.. eğer o an.. o an.. ufka bakıp derin bir nefes alabiliyorsanız hücrelerinizi es geçip tüm ruhunuza doğru.. bu imkansız aşktır..

- tanımadığımı düşündürüyorsun seni bazen.. bu yakutlar senin hazinenden mi döküldü gerçekten?
- bir hazinem varsa... neden dökülmesin ki...

( evet o yakutlar benden döküldü ! seni düşünürek geçirdiğim her saniyemi bir altın, her günümü bir yakut yaptım.. sakladım, gönlümün en derin zindanlarını temizledim.. saraylar yaptırdım senin için.. bir bilsen ah bir bilsen !!)

- etkilenmemek elde değil.. bu dünyanın zevk veren tatları oluyor bazen edebi yazılar
- doğrudur... zevk veren tatları..

( benim hayatımın tadı olmuşsun sen ! her sabah doğan güneş penceremden içeri girip gözlerimi yaktığı vakit.. o buruk mutlulukta dahi senin tadını alıyorum ! yağmur kokan toprak gibi... buram buram deniz bürünmüş agaçlar gibi... ağladığım vakit dahi her o yuvarlanan boncuk tanelerim senin adına doğru koşuyor.. yalnız sana birikiyor utanmadan.. hem de hiç...bir bilsen ah bir bilsen !! )

- dur bir tahmin ediyim.. sen sanırım aşıksın.. yoksa algılayamıyorum sıradan duygularla nasıl yazabileceğini
- aşık olmak... zannetmiyorum.. neden olayım ki...

( evet neden olayım ki ? o ışıl ışıl bakan gözlerin için mi? bir kırpıda kalbimi söküp eline verebileceğim gülüşlerin için mi? yapma lütfen sana neden aşık olayım ? hayatımda başka hiçbir sesi tanıyamadığım için mi senden başka? nereya baksam, kime koşsam, kime el açsam.. yine seni sayıkladığım için mi ?? )

- ağlıyor musun sen.. çevir yüzünü bana bir..
- hayır...ağlamıyorum dur..

( ağlamıyorum hayır ! bu sefer ağlamamalıyım.. yanık kokusu senin de burnuna geliyor öyle değil mi? yüreğimin en taze parçaları fedailerim bugün...hayır bırak benim yüzüme bakma.. bu kirli , çirkin , sönük yüzüme bakıp ne yapacaksın? acıma dolu yüzünü görmek istemiyorum.. lütfen dokunma hassas bağlarıma.. dayanamam sana bilmezsin... ama ah bir bilsen !!)

- vakit geldi sanırım.. yüzüme bakmadın ama.. bu öpücüğümü hep hakedecek biri oldun sen..
- . . .

( gitme.. lanet olsun gitme ! yarılacak gökler..gözlerim oraya yerleşecek.. sağanak sağanak yağmur zannedecekler bu ölümsüz fırtınayı senden sonra.. ben nerede nefes alacağım? dur hayır nolursun dur... hani ilk defa tanısmıstık su arkamızdaki dağın yamaçlarında... dizini yaralamıştın ve ben ordaydım... hani boynuma ah o ipek ipek saçların dolanmıştı... kolların sıcacık, omuzlarımdaydı... o gün.. o gün bana hep senın gıbı bırı olsa demıstın yanımda... ben hep olmadım mı ! bana sarılarak ağlamaz mıydın o sen degıl mıydın ! neredesın sımdı.. gıtme.. al.. yaşamımı kır parçala vur taşlara.. gitme..bilemezsin.. bilemezdin... ah bir bilsen !!! )

ağır ağır ilerledi zaman... herkesten çok daha gaddardı.. yumak yumak ederdi benlikleri kasesinde.. o giderdi..ve ben bir duman daha çığırırdım arkasından... son sözlerin miydi hatırlamıyorum.. çünkü sen hiç bir zaman bitmeyeceksin.. mezarıma ışığın vuracak biliyorum..

inan bana bulutlarda bırakacağım son nefesimi.. olur da ... bir gün bir rüzgar nefesımı alır götürür yanına.. sen onu solursun belki.. o zaman kavuşurum sana..