Tamemen Kişisel

Mısır püskülü. Kağıt bardakta içilen bir tebessüm. Hiç gelmemiş yağmur devri.

7 Nisan 2012 Cumartesi

Bir Delinin Anıları - 2

Ayaklarının altında çatırdayan merdivenler nereye geldiğini defalarca sorgulatmıştı. Tadilatı bitmemiş boş bir evin içinde yalnız olduğunu hissediyordu. Burnuna gelen ağır koku tiner olmalıydı ; bu onu kimi zaman duraksatıyor, kahverengi montunun yağmur sinmiş kollarına yöneltiyordu. Rüzgarın sertliği kulaklarını sızlatmıştı. Gri şemsiyesinin sapına dayanarak çıkmaya devam etti. Uzun ve dar koridorlara o kadar alışmıştı ki, merdivenin son basamağında önüne bakma gereksinimi duymadı. Saçlarının dağınıklığı, o uyandığı simsiyah sabahın bir izi olarak alnına değdiği vakit irkildi. Kapı tam karşısındaydı, nefesini tuttu, tokmağı ağır ağır kaldırdı ve hızla bıraktı.
Bekleyişlerin uzunluğundan nefret ederdi, sessizlik kulaklarını çınlatmaktan başka bir şeye yaramazdı çünkü. Varolduğu sürece ses olmalıydı. Acı dolu bir yüz ifadesiyle tekrar tokmağı ıslak parmaklarıyla kavradı ve hızlıca kaldırıp bıraktı. Kapının arkasından tıkırtılar geliyordu.
- Kim o ?
Derin bir nefesi gömleğinin açık yakalarından doğru içine bıraktı, gözlerini kısıp boğazını temizledi.
+ Benim efendim, doktor.
- Ah, evet hoşgeldin... neden bu kadar geç kaldın ?
+ Çok yağmur yağıyor, hem burayı bulmak için çok uğraştım, adresinizi her defasında değiştirmeniz de bunda bir etken tabi ki, her neyden kaçıyorsanız artık...
Kapının arkasından öksürükle karışık bir kahkaha duydu, huzursuzlanmaya başlıyordu.
+ Kapıyı açmayı düşünmüyorsunuz herhalde ?
- Aa kapı evet, açmayı inanın ben de çok istiyorum.
+ Bu ne demek oluyor şimdi ? Yaklaşık 3 saatlik bir yolculuk yaptım buraya gelebilmek için, boya damlalarının dans ettiği tahta merdivenlerde dinlenmektense bir koltuğu tercih ederim izninizle.
- Misafir çağırdığımı hatırlamıyorum, siz doktor değil misiniz ?
+ Evet ?... Bakın efendim her ne yapmaya çalışıyorsanız ina--
- Şşşş... O zaman seansa buradan devam edebiliriz, sandalyemi ve suyumu alıp geliyorum. Siz de kendinize rahat bir merdiven bakabilirsiniz bu arada.
Küçüklüğünden beri bu tür oyunlardan hoşlanmazdı, sokağın en huysuz çocuğu olması onun suçu değil insanların garipliğiydi ona göre. Her şey basitti onun dünyasında, bir insanın psikolojisi de dahil olmak üzere. Çözülemeyecek, sebepsiz, asilik içinde sivrilen hiç bir düşünce bütünü yoktu. Arzuladığı beyaz ve kırışıksız dünya uğruna ömrünü mesleğine adamıştı. Alçakgönüllüydü olabildiğince, aldığı ödüller, insanların gözündeki değeri, onun için sadece işinin getirdiği formalitelerdi. Geride bırakmanın anlamına inanırdı. Bıraktıkları ile yaşardı insan. Bu onun hayat felsefesiydi.
Gözlerinin daldığını farkedince başını salladı ve durduğu merdivene yavaşça oturdu. Gündüz olmasına rağmen ne koridora ne de merdivenlere ışık geliyordu. Çakmağını çıkarıp bir lamba var mı diye etrafa bakındı.
- Doktor ? Yoksa sigara mı içiyorsunuz ? İnanmıyorum !
Kaşlarını çatıp şaşırmış bir ifadeyle kapıya doğru baktı, sitem dolu bir yanıt vermek üzereyken elindeki çakmak aklına geldi.
+ Hayır hayır, bir lamba aradım da, fazla karanlık... hoş, benim gibi bir doktorun bu hallere geldiğini görmek daha da karanlık açıkçası.
- Ne varmış ki halinizde ? İstediğiniz her hastayı düğümlerinden çıkarabiliyor ve huzura kavuşturabiliyorsunuz, karanlığın sizden korktuğuna şüphem yok diyebilirim.
Sessizce "karadelikler, karadelikler..." diye fısıldadı ve montunun iç cebinden bir not defteri çıkardı. Mürekkepli kalem ile bir şeyler karalamıştı, okumaya çalışıyordu.
- Geçen geldiğinizden beri içimde garip hisler var doktor, ne yapmaya çalıştığım hakkında özellikle, sorgulama yeteneğimi geri kazanmış gibiyim. Onu unutuyor muyum yoksa ne dersiniz ? Belki ondan öncekini de, belki ondan da öncekini de... Doktor bu bir zincir gibi, neler anlattığımı hatırlıyorsunuz değil mi ? Buraya gelirken çok düşündüm, yüzleşmenin ne kadar doğru olduğunu siz öğrettiniz bana, baktığım her yerde bir savaş var, bu odadaki her şey canımı sıkıyor, ama konuşabiliyorum ağlamıyorum ve hepsinden öte sizinle iletişim halindeyim. Öyle değil mi ?
+ Yaa yaa tabi... Öyle diyorsanız öyledir, çok sevindim.
Adam konuşmaya devam ediyordu, fakat anlattığı kelimeler fonda çalan bir müzik gibi dağılıyordu beyninde. Deftere yazdıklarını baştan sona tekrar okuyordu. Daha önce adamla ilgili tespit ettiği her bir özelliği başka bir kağıda geçiriyordu ve işi bitinceye kadar adamı dinliyormuş gibi yaptı.
- ... ve sonra bugün camdan tekrar dışarı baktım, yağmur kırmızıydı doktor ! Gerçekten ! Kırmızı yağmur ! Artık yalnız başıma kan ağlamıyorum. Ben, ben ben yalnız değilim farkındayım. Siz de değilsiniz. Kimse yalnız kalamaz ki bu dünyada. Gözlerimi kapadığım her yerde yaşadıklarım var, gözlerimi açtığım her yerde anılarım var. Hepsini çok seviyorum, çok... Lanet olsun yanımda olmayanlara, doktor ben nerede hata yaptım ? Kapı sesime engel oluyor mu ? Korkarım ağlayacağım çünkü, canım yanıyor doktor, dua ettirmeyen bir tanrı istiyorum. Doktor, doktor !
+ Burdayım, burdayım...
- Oh, bir an o kadar korktum ki, siz de olmasanız ben kime konuşacağım ? Yalnız kalırım. Ve ben yalnız kalırsam, ve ben yalnız kalırsam ne olur biliyor musunuz ? Kendimi üzerim. Yaparım bunu. Bilirim yaparım. Çok üzüldüm çünkü. Üzüldüğümüz kadar yalnız değil miyiz doktor ? İşime kendimi verdiğimden beri sertleşti alnım, ellerim, kirpiklerim... Kendimi adadığım, yani ben, inandığım ve uğruna koştuğum şeylerden sadece, yani sadece... kazanabildiğim, para işte. Çok param olmasa siz burada olmazdınız öyle değil mi ? Doktor, beni konuşturarak para kazanmak adil mi size soruyorum ?
+ Üstüne para vereceğinizi söyleseniz kaç kişi sizi ikinci defa dinler bir düşünmek gerek derim.
- Hahaha, doktooor ! İşte sizi bu yüzden seviyorum, bu açıksözlülüğünüz... Haklısınız, üstünkörü bir haklılık, haklılığınızın sebepleri araştırılabilir belki ama tam 12'den vurmayı çok seviyorsunuz. Suyu içmeli miyim ?
+ Henüz değil.
- Sevindim, zira ben iyiyim. Duyduğunuz üzere. Peki duyduklarımız ile gördüklerimiz birbirleriyle bağlantılı mıdır ? Sanmıyorum. O da sanmıyordu. Bir insan bir denizi korkutabilir mi ?
+ Denizin derinliğiyle yarışabildiğinizi düşünüyorsanız neden olmasın ?
- Kesinlikle. Ve kesinlikle ve kesinlikle ! Alt tarafı birseksenüç boyum var. Çocukken, çocukken evet hatırlıyorum, evimizin arka bahçesinden geçen küçük dere bile benim boyumdan daha derindi. Hala da derin. Hem sesimiz bir basınç dalgası değil mi tanrı aşkına ? Nasıl bu kadar derinlik hissi verebiliyor ses ?
+ Değdiği vicdanın hassaslığıyla alakalı bir durum. Ama kimi zaman kelimeleri telaffuz etmek yerine güçlü ve sıkıştırılmış halini kullanmayı tercih ediyoruz. Duyu farklılığının kimde ne kadar olduğunu bilemeyiz, en azından ölçmeden.
- Yazı diyorsunuz öyle değil mi ? Anlıyorum sizi öyle değil mi ? Yazı... Doktor, yazılar bence paketlenmiş bir olguyu açmakla eş değer, istediğim aleti istediğim uzunlukta kullanabiliyorum bu doğrultuda, ya konuşsaydım ? Bu sokağa çıktığımız anda cebimizde ne varsa onu kullanmaya benziyor. Hayır doktor bana yazıyı kötüleyemezsiniz buna izin veremem.
+ Bir işi yaparken, imkanlarımız ne kadar genişlerse o işi en uygun şekilde yapabilmenin ihtimali de aynı oranda düşer. Fakat kısıtlı imkanlar demek, en iyi sonuca ulaşmak için daha çok ihtimal demektir. Bunu basit ihtimal hesabı gibi düşünebilirsin, 1000 farklı yolu olan bir imkan genişliği mi ? yoksa 10 farklı yolu olan mı ?
- Yani... Tecrübe mi ? O halde imkan genişliğini kullanabilmek tecrübe gerektirir. Öyle mi ?
+ Kimi buna tecrübe der, kimi yetenek der, ben ise stratejiden yanayım. İnsan beyni tecrübeyi alt edebilecek derecede gelişmiş bir organ. Tekeli tecrübeye veremeyiz.
- O halde ben yine yanıldım, doktor... ben yanıldım. Ama ben kötü bir şey istememiştim. Hayır hayır iyi niyetlerimizin cezasını çekmek çok saçma. Yüzsüzsünüz doktor ! Benim her defasında duvara tosluyor olmam size neden zevk veriyor ! Gri bir savaş gemisi kadar soğuksunuz. Şey, suyumu içmeli miyim ?
+ Lütfen...
Sessizlik üzerine tekrar derin bir nefes aldı, karanlık gözlerini kaşındırıyordu. Çakmağını hiç bu kadar seveceğini daha önce hiç düşünmemişti. Tebessüm ile onu bir yakıyor bir söndürüyordu. Daha sonra uzun aralıklarla yakmaya başladı, sonra daha da uzun aralıklarla yaktı, en son parmağı uyuşuncaya kadar söndürmemeye karar verdi. Ateşin içini dindirdiğini görüyordu. Sıcaklığı, dudaklarındaki yok olmak üzere olan çilek tadı kadar güzeldi. "Sanırım yağmur yüzümü fazla yıkadı" diye homurdandı. "Ne kadar da hazırlanmıştım buraya gelirken".
- İçtim, bunu içmek zorundayım değil mi her defasında ?
+ Diyaloglarımızın daha sağlıklı olması açısından sadece, bazen kendinize hakim olamıyorsunuz.
- Ne demezsin, bu zamana kadar hakim olduğum için böyleyim zaten.
Kendini tutamadı ve kıkırdadı, hayatı boyunca rastladığı en garip hastaydı şüphesiz. Bir arkadaşının ricası üzerine, çalıştığı yerin karşısındaki, şehrin en eski mekanlarından birinde içtikleri acı bir kahve onların yolunu kesiştirmişti. Hastaları ile genel mekanlarda görüşmek pek tarzı değildi fakat içinden bir ses ona bu seferlik göz yumdurmuştu. Adamın ilgi çekici bir bakışı vardı, dışarıda gözgöze geldiği onlarca crossing-over harikası insanlardan bir şekilde sıyrılıyordu. Gözlerinde söylenmemiş bir şarkı gibi bulutlar vardı, kelimelerinin arasında saklı başka kişilikler, kişilikleri içinde saklanmış onlarca kırık kalem. Yepyeni bir ev alabilecek kadar para kazanabileceği hastaları kuyruk olmuşken onu seçti. Sanki yeniden kitaplar hazırladığı yıllarına döndürmüştü onu, çocukça ama çok güçlü bir heyecan, sımsıkı bir tutku. - Reddedilmekten bahsediyordum öyle değil mi ? Notlarınızı karıştırdığınızı işitmiştim, o kağıtların hışırtısını nerede olsa tanırım. + Sizin hediyeniz olduğunu da biliyorsunuzdur öyleyse ? - Benim mi ? Hatırlamıyorum, değildir muhtemelen, rüşveti sevmem. "Rüşvet mi ? Neyse, unutmuş olabilir tabi..." diyerek içinden geçiştirdi, bir an için alındığını düşünmek bile istemiyordu. + Siz devam edin lütfen... - İnsan bir şeyi hedefledikçe, hedefe ulaşması zorlaşıyor sanırım. Hedeflemediğimiz, ama aslında hedeflememiz gereken güzel şeyler başımıza daha çabuk geliyor, bizi daha mutlu ediyor. Her şeyin ters işlediği bir dünyaya inandığımı söyleyebilirsiniz belki, ben sadece yaşadıklarımdan söylüyorum. + Hedeflerimizi koyarken yanlış veya doğru olduğunu bilemiyoruz. Ters düşünmenizin en önemli sebebi bu. - Bize öğretilenler hedef koymamıza yardımcı olmuyor mu ? Tabi ki hedefini 10 yıl sonra çocukluğunun geçtiği evde kendini asmak koyan bir insandan söz etmiyoruz. Eğer ki ben hedeflerimi yanlış koyuyorsam, yani kendi iyiliğimi düşünerek koyduğum hedeflerimi, o halde ailem ve tecrübelerim bana bir şeyleri yanlış vermiş demektir. Peki ailemin bu kadar başarılı olması ve onlara öğretilenlerin doğru olması bir paradoks değil mi ? + Bir buluta bakan insan güruhunda onlarca farklı şeyin hayal edilmesi de bir paradoks o zaman ? - O ne demek oluyor doktor ? + Yorum farkı kısaca. İnsan her şeyi doğru yorumlayabilen bir makine değil. Farklı anlamış olmanız, farklı düşünüyor olmanız, bunlardan daha doğal ne olabilir ki ? - Peki gerçek doğru nedir ? Neyi neye göre doğru yorumluyoruz ? Beni yanlış yorumlamakla itham ediyorsunuz. + Bu kadar uzak noktaları düşünürseniz bu işin içinden çıkamazsınız, sanırım inançlarınız içinizde yoğun bir karmaşa oluşturmuş. Çakıştığını düşündüğünüz şeyler var, belki de bazı hedeflerinizi onlardan bağımsız koymalısınız. - Bunu bazen kendime dahi söylemeye korkuyorum, açıkçası konunun en kilit noktasına bir anda vurdunuz. + Bu konuda yalnız değilsiniz, sizin gibi çok insan var. - Siz ? + Ben insanlığın mutluluğundan başka bir şey istemiyorum. Hem kendinizi benimle karşılaştırmanız doğru olmaz. - Kişilik bölünmesini benden daha çok yaşıyorsunuz, aslında bütün "doktor" adı altındaki insanlar da öyle, deli doktorları, halk ağzı hiç de kötü değil... Her bir insan için kendinizden bir parçayı onunla birleştiriyorsunuz, buna mecbursunuz. Mozaik yapınız sizi objektifleştiriyor. İnsanlığınızdan şüphe etmiyor değilim. "Ruhlarımızın yekpareliğinden ne şüphe..." diye içinden geçirdi, yaşadığı duygu anaforları içinden birer birer damlamaya başladı. Bilinçsiz şekilde kendini sualler içinde bulduğu bir tiyatro oynanıyordu. Bir an için kendini hasta koltuğunda hayal etti, dilinden dünyaya sunmak istediği nice mücevherler vardı. - Onu en son gördüğümde yüzü soru işaretleri içinde kaybolmuş bir şekilde hızlı hızlı yürüyordu, her nereye ise. Neyi aklından geçiriyordu, nasıl bir ışık vardı içinde, ya da bir sandık içinde yutkunduğu benliğim hala damarlarında dolaşıyor muydu... Bilmem. Bilmek de istemedim hatta. Bir anahtar deliğinin içinden kocaman umutları geçirmeye çalışmıştım. Çizgi filmleri izlemek yerine çizmek gerçekten çok zor. + Neden yanına gitmediniz ? - Siz olsanız gider miydiniz ? + Bunu asla bilemeyiz, zira ben asla siz olmayacağım. Adamın içten bir şekilde güldüğünü duydu. Söylediği sözü henüz kavrayamamıştı, konuşmanın yarıda kesilmesinden pek hoşlanmadığını belirtmek için sahte bir öksürük kullandı. - Desene en başa döndük doktor, o zaman burada ne yapıyoruz ki ? Aralarında kapı olması onu ilk defa bu kadar sevindirdi, çünkü kıpkırmızı olmuş yanaklarını o an hiç kimsenin görmemesi gerekiyordu. Dudaklarını büzüştürüp başına bir iki defa vurdu. Ellerini başından çekerken saçlarını kontrol etti, "Çok güzel, saçlarım da kabarmış... Kariyerimin dibine bu kadar vuramazdım sanırım". Kapının arkasında duran adamı bir hışımla öldürebilecek taşkın bir kızgınlığı dindirmeye çalışıyordu. İçine düştüğü durumdan çıkmak için eski bir yöntem kullanmaya karar verdi. + Güzel, denediğim adımları başarıyla geçtin diyebilirim. Birer adım daha derine inmeliyiz şimdi. - İsterseniz biraz hava alabilirsiniz, zira ruhumla haberleşmek için duman kullanıyorum biliyorsunuz. İhtiyaçlar, ihtiyaçlar... "Şu ana kadar söylediği en mantıklı söz, kesinlikle hava almalıyım...". Sıkıntılı bir ifadeyle yerinden doğruldu, geldiği yerin arka tarafında küçük bir bank olduğunu hatırladı. Mürekkepli kağıdı en son almak üzere yanına koymuştu, "dışarı bir yere atarım nasıl olsa" diye düşünüyordu. Çantasının içinden yeşil bir kutu çıkardı, içindeki beyaz kapsülleri görünce tahta merdivenlerden koşa koşa inerek dışarı çıktı. Yağmur hala dinmemişti, neredeyse göz gözü görmüyordu. Umursamaz bir tavırla saçlarından damlayan su omuzlarını titretmeye başlayana kadar bankın yanındaki ağacın dibinde durdu. "İmkansız..." diye mırıldanıyordu. "Bu imkansız..." ******************************

25 Aralık 2011 Pazar

Bir Deli'nin Anıları - 1

Gözlerimi cümlelerimden bağımsız bir hırsla açmış olmama rağmen, uyku ile uyanıklık arası ısınmış son bir kaç düşünce vardı hala ellerimde. Mavi bir yeleğin kıyısında oturmuş aklımın gidişini seyrediyordum hala. Kumun üzerinde dağılan bakışlarımı toparlayamıyordum ; bir jilet keskinliğinde rüzgar vardı, tırnak arası boşluğunda nefesler etrafta, belli belirsiz bir dalga ıslaklığı, ağu bir yutkunuş... Ellerimi kum doluşmuş saçlarımda gezdirirken sadece yürüdüğümü hatırladım. Upuzun ve kızıl ufku gören kilometrelik hırçın yollarda, serçe parmakların sesleri, bir tarafta da sessizliğin en ücra tavernaları olmalıydı ; bavulları eskimiş onlarca tebessüm sığıntıları içeride, sokak lambaları solgun, rüyalar yalnızca taş kaldırımların tutukluluğu iken...

Siyah yorgan örtülürken üzerime hala oradaydım. Nereden geldiğimi hatırlamaya başlamanın zafer sarhoşluğu, gittikçe belirginleşen içimdeki boşlukla beraber iyice dönüyordu gözlerimde. Kalkmam gerektiğini biliyordum, yılın en çetin rüzgarlarının olduğu vakitte, olmamam gereken bir yerdeydim. İliklerime kadar işleyecek bir titremeyi bekliyordum belki, henüz yırtılmamıştı sessizlik... Ceketimin tek sağlam cebinde, alnım kadar kırışmamış bir kağıt parçası elime değdi. Mürekkeplerinin birbirlerine kavuşmasından önceki son anlarını yaşıyordu. Yorulmazdı zaman nihayetinde, insan teriyle büyürdü.

En yoğun tutkular dahi korkunun kafesinden kaçamazken, ben nasıl koşabilirdim bilmiyordum. Nemli bir bank üzerinde, peşimde bir yığın cesur kum ile nefes nefese bulabildim kendimi. O kadar ağır bir yük vardı ki cebimde, tenime dahi değse kısılıyordu bakışlarım. Kağıda doğru soğuktan kaçan parmaklarımı uzatırken, bir kaç parça daha kırıntı döküldü hafızamdan. Ayaktaydım. Bir çift yeşilin elinde, dünyanın en can yakan iltifatları, sanki bir beddua karartısı gibi gökyüzümü kaplamıştı. Piyano tuşları yağıyordu dudaklarıma ; her biri düşerken bir başka melodi kırılıyor, bir başka kelebek ölüyordu önümde. Yetişemedi hiç bir baş parmak onlara, şakakları tutan herhangi bir dört parmak da yoktu zaten. Yalnızca sonsuza doğru uzanıyordu o karartının arkası, asla uzanamayacak olunanın bir siluet ritüelini bırakıp ; kayıp giden toprak parçalarına dualar okunmuştu halbuki, kırıldı bütün tarçın kokuları, kapandı kayboluş perdesi...

Fakat kayboluşlar bilinçliydi,
Ve onlar hiç sekmezdi başkalarının hayatlarına.


21 Temmuz 2010 Çarşamba

yanlış köprüler

"kalem kalem tükenirken hayat önümüzde, birer tren garı olduk senle bu şehrin saçlarında. kokusu çaresizlik kadar keskinken dualarımızın, tekrar uyanmayı seçtik... gözlerimiz bulutlara gömülüydü. ılık ılık kirpiklerimiz... ya sen.."

- akan rimellerimi silmek istemiyorum. nerede olduğumuz veya nereye gittiğimiz bulantılarımız içinde hiç önemli değil. yine kendi girdaplarımda boğulurken, bu sefer seni de götürmek istemiyorum. kayıt 23. son.

kasedi özenle yerinden çıkarıp, küçük pırasa bebeğinin yanına koydu. odasının en ücra köşesinde sanki insanlıktan saklanan boy aynasının karşısına geçti. kabarmış saçları, şişmiş gözleri ve kızarmış şirin burnunu görünce yüzünde bir tebessüm oluştu. geçmişini hatırlıyordu belki. varlığının ona verdiği büyük sancılarını. gerdanından göğüslerine yuvarlanmış arzu dolu bir kaç nefesi belki. acı, onun için ne olabilirdi ki ? bir sigara daha sadece...

- sigaram ? nerde nerde nerde... hah evet... evet..

bir dal daha yaktı camın karşısında. her solukta bir kıvranışı daha diniyordu sanki. kollarıyla evini sarmış, camına doğru bir sükunetle eğilmiş çınar ağacını seyretti. serin bir rüzgar... iliklerine kadar.

- seni de eğdiler öyle değil mi ? ... öyle tabi ki... öyle... seni de...

tekrar yatağına döndü. boş bir kaset daha çıkarıp kayıt durumuna aldı. sigaradan derin bir nefes daha çekti. defterin en uzun sayfasını açtı.

"huzursuz bir tarçın fırtınası * daha yüreğimde. zaman, takvimlerden damlarken köprülere, bir dere içinde "olmayacak" yaratıldı. umut küreklerim kırılsaydı.. yılsaydım yakamozlarına.. ıssız buğularında... ya sen ?"

- ... ... kayıt 24. s..s.. son.

birbirine karıştı ses telleri. ipince bir çığlık koparken derinden, gözleri susmayı tercih etti. olduğu yere uzansa, sanki bütün dünya orada bitecekmiş gibiydi. geleceğinden korkmamıştı hiç bu kadar, şimdiden korktuğu kadar..

- gitme vakti... kayıtsız bir kaç söz... sadece, yaşanmışlığın tek dostu duvarlarım için... en çok sizleri özleyeceğim... bir de pırasa bebeğimi... onu iyi koruyun... beni koruduğunuz kadar...

saçlarını son defa okşadı bebeğinin. yatağının içine şefkatle yatırdı. bir tek o sevinci zerkedebilirken dudaklarına, üzerini örttü... bir masum öpücük...

- kendine çok iyi bak olur mu...

sırt çantasını omzuna aldı ve kapıya doğru ilerledi. arkasına bakmak istemiyordu. ışığı açık bıraktı. pırasa için...

- sen her şeyin güzelini hakediyorsun pırasa... ışığın asla sönmesin... bizimkilerin söndüğü gibi...seni çok seviyorum...23'ü senin için bırakıyorum... olur da bir gün özlersen beni... di mi...

---------------------------------

sokaklar birbirine yabancılaşmıştı sanki. yürüdüğü her yol, bir çıkmaza gidiyor, attığı her adım onu bir parça daha ufalıyordu kaldırımlara... başını hiç kaldıramazdı ki... utanarak ölmek istiyordu. tüm bu insanlıktan, kötülüklerden, pandora'nın o lanet kutusundan... her şeyden utanarak... bir inancı yoktu... ne bir peygamber sabrı, ne de tüm insanların günahı için acılar çekmek... o utanmayı seçmişti... kıpkırmızı yanaklarını...

- aa kıza bakın..
- hasta gibi ıyyy..
- mecnun galiba..
- yazık biri yardım etmeli..
- uzak duralım çekilin..
- koşma oğlum uzak dur ondan..
- polis yok mu..
- aman tanrım şu hale bak..

yumruklarını bir kez daha sıkıyordu, her bir insan yanından geçerken... ezilmeyi damarlarında hissederken... yalnızca hiddetleniyordu, sonra yine bir utanma... baş öne... kalp toprağa...

- bu insanları toplamak lazım..
- kötüye düşürmesin tanrı..
- yazık...

patladı... nefret boşaldı sokaklara...

yeter ! ben ne bir mecnunum, ne de bir hastayım ! yeter !

geri çekilen kalabalık sese doğru toplanmaya başladı. yine de bir çekingenlik vardı havada...

varlığınızın bilinçsizliğinde, sadece bir sopa peşinde yaşıyorsunuz ! hiç biriniz daha doğmadınız bu dünyaya, gözleriniz hala kapalı...
- ah yazık delirmiş..
deli ha ? deli mi dediniz ?

orta yaşlı bir teyzenin yanına ilerledi, gözlerine hiddetle bakıyordu.

- damga yapıştırmak ne kadar kolay öyle değil mi ? deli... evet deliyim... çünkü bu dünyayı gerçekten yaşayabilmiş olanlar delilerdir bayan... bir döngü içindesiniz, içinizdeki acıları paranız refahınız kapıyor öyle değil mi ?
...
- öyle değil bayan... öyle değil... bizler insanlığı, ilk medeniyetten itibaren kaybettik.. düştü... paramparça oldu her bir asır.. geriledik... mutfakta kullandığımız bir robottan farkımız yok şimdi... acılar çektirdik... acılar , acılar, acılar !!
biri bu kıza yardım etsin...
- hayır benim yardıma ihtiyacım yok, asıl sizin var ! sizlerin... sizin gibilerin... hiç pırasa bir bebeğiniz oldu mu ? onu bile küçüklükte bıraktınız, kaçınız hala ona olan sevgisini hatırlıyor ?! biz sevgiyi unuttuk, insanlık unuttu bayan.... insanlık kaybediyor... her gün, biri daha sırtlanıp gidiyor buralardan...
...
- susmayın konuşun... bu gidenlerden... hayatını yanlış köprülerden geçerek bulan insanlardan... utanarak gidiyorum... sevgiden, insanlıktan utanarak.... hiç bir klişeye bağlı olmadan... genç bir kız değilim... bir insan bile değilim belki artık...

gözlerini koluyla bir hışımla sildi. çantasını tekrar topladı... bir kaç hıçkırık ile kalabalığı yarıp koşmaya başladı... şehrin uzak bir köşesinde, bir göl üzerine kurulmuş asma bir köprüye gelince durakladı.. yürümeye başladı yavaşça... köprünün ortasına gelince, çantasını yere attı... uzun uzun suya baktı... ve kendini boşluğa bıraktı...

neler geçiyordu aklından... rüzgar, bütün vücudunu yalarken, sadece gözleri açık kalabilmişti bu dünyaya... kalbini, aklını her şeyini kapadı...

suya ilk giriş... canı yandı... ensesi acıyordu... soğuk suyun verdiği şok ile bir an çırpınmak istedi... ama yapamadı... ışık suyun içinde ona doğru bulanırken, o sadece daha derine gitmek istiyordu...

ilk nefes veriş... her bir hava kabarcığında hayatından birer kısa film gördü sanki... tebessüm edebiliyordu... umutları ilk defa göğe gidiyordu sanki.. güneşin topraklarına...

titreyiş... zamanı geliyordu... daha sıkı bir titreyiş... ciğerlerine suyun dolmaya başladığını hissetti... ölümün bu kadar yalnız olacağını bilmiyordu... duyguları kapandı... zincirlendi... bilincini kaybediyordu... soğuk değildi... algısızlık...

gözleri son defa kapanırken hayata... aklından sadece son bir kaç mısra geçti...

"yanlış köprüler,
usul usul buharlaşan hayalinle,
şimdi ben doğuyorum kül tablasına,
bırak vicdanımı,
uykulu sularda artık ruhum,
amansız,
sarhoş..."

18 Mart 2010 Perşembe

son yaprak

"... ve ben o gün senin kirpiklerinde açan uykulu çiçeklerle doğmuştum dünyaya. kırık tadını alamadım buselerinin yalnızlığında. yumuşaktı toprak, gök esmer. düşerdi rüyalarım rıhtımlara gri bir mendille. ayaklarının altından bir hayat emeklerdi ve kahverengi bir gövdenin son günahları akardı damarlarından. yanardı dudaklarım... son yapraktım..."

kalemini bıraktı. parmaklarını tüketmek istemiyordu. daha mühürlenecek çok şey vardı kahpe hayatın son demlerine. ruhun en parçalanmış, kıyılarda köşelerde çürümeye bırakılmış sandık sandık duygu kırıntıları, imkansızlıkları, pişmanlıklarla bulandırılmış bağımlılık romanları... bir nefes kadar uzun, bir nefret kadar kısaydı o son yaprak..

- boş mu ?
- sensizlik kadar...

gözlerini bir kaç defa kırptı. başını döndürmedi. eline tekrar kalemini alıp kağıdına üşüştü.

"... ve ben o gün senin dudaklarında tüten gemilerle büyüdüm sana. hazin karanlıklar kadar tazeydi hiçliğin. tutuktu bükük dil, solgun sigara. yükselirdi burçaklardan haykırışlarım bucaksızlığa. koynundan ıslıklı bir gelincik geçerdi ve yırtık bir sessizliğin arzuları dokunurdu tenine. hınzırdı zamanım... son yapraktım."

tekrar kalemi bıraktı. ufkuyla yüzleşiyordu korkularının. alev alev mühürlüyordu son yaprakla beraber kalbini. upuzun kavak ağaçları altında, hüzün diyarlarından gelen perilerle belki... hissizdi, bir dönence içinde takılıydı onları izleyen melekler. esaret kadar yangındı o son yaprak, doğrular kadar donuktu anılarda...

- her şey için özür dilemek... bunu yaparsam gözünde daha çok küçülmekten korkuyorum.
- yerimiz iki metrekare... sana kalmış...

derin bir hava daha çekti simsiyah ciğerlerine doğru. "son bir el daha.." dedi mırıldanarak. eğildi.

"... ve ben o gün senin kızıl gerdanına huzurla sinmiş bedenimle öldüm aydınlığına. göremediklerim kadar mükemmeldi sahte ırmakların. yıkıktı gözler, usanmış saçlar... dağılırdı tutam tutam kan kırmızı sevgilerim yatağına. kollarından gül yaprakları yıllanırdı yudum yudum kayboluşuma ve umarsız ince bir ip ağlardı varlığıma. salınıktı eteklerim...bitmiştim... son yapraktım."

bir düşen kalem sesi daha işitti dört kulak. bir düşen hayat daha gördü hemdert kavaklar. terliydi toprak. mühür kapanmıştı ağır ağır üstlerine gölge duvarlarla. sızılar boşalıyordu omuzlara... kim bilebilirdi, melekler de ağlar mıydı ?

- her düşen yaprak kadar günahım var senin defterinde. her ağacın tutuk bakışları kadar kalın parmaklıklarım sahipliğinde. gelmem en büyük adaletsizlikti. ikimiz içinde. fakat sen yine buradaydın. ne yaptıysam.. ne dediysem.. ne ettiysem.. hep buradaydın..

son yaprağı hışımla kopardı. ikiye katladı. gözlerinden aldığı iki damlayla kağıdın uçlarını ıslattı. çantasını sırtına attı ve ona doğru döndü.

- her bir yaprak kadar senin adını sayıkladım..ve her bir düşen aciz yaprak kadar senin için gözyaşları içtim.. sevgiyi sarı yaprakları yeşillenirken buldum.. bulunmazlığın sırtlarında gezdiğin her daim bir yaprak daha ekledim çantama...
- ya o elindeki..
- o son yaprak... senin hakkın...

kağıdı verdi ve arkasına dönüp olabildiğince hızlanarak koşmaya başladı. çantasının açık kısmından yapraklar uçuştu etrafa... geride ise sadece kurumuş iki göz kalmıştı arkasından bakan...

ve ansızın..

bir yaprak süzüldü...fahri kuşlarla dans ederek rüzgarın eşliğinde... kurumuş gözlerin önüne doğru serildi... şöyle yazıyordu...

"... ve sen benim gittiğimi gördüğün gün, hayat senin için şimdi başlayacak..."

12 Mart 2010 Cuma

yitik çırpınışlar

"kimsesizliğin soğuk dokunuşları yürüyor gözlerimden, ve ben yine dudakların oluyorum hayalimin camlarında.. buğular geçsin hadi izin ver.. eğer ki sen soluyabiliyorsan ışıltılı buğu yuvalanmış camı.. o benim yitiğim.. senin çırpınışlarındır..."

- yıkardım yırtılmış mavi gökyüzünü ellerine ve duvağını keserdim kayan yıldızların kirpiklerine..

etrafına ağır ağır göz gezdirdi. nereden geldiğini anlamamıştı bu cümlenin. kaleminin başını tekrar kemirdi ve kağıda usulca eğildi.

"ya da bir çiçeğe zikir olurdu çırpınışların bir kayık bahçesinde. suyunda bir efkar dolaşırdı. duvarlar yine mi yitik ey dağlar"

- huzurunu aşıla fırtınaların gölgelerine ve bir damla daha öksür engellerine özgürlüğünün..

"sen de kimsin" demek isterdi. umursamadı. karanlığı aydınlatan çakmağını aradı. bir sigara daha yakmak...

- yaşamın dalları arasındaydı yuvalarımız ve ıslak topraktandı girişlerimiz içine... ölümü tekrar nefesleme.
- bu 20 senelik kısa boylu bir hikaye... sen kim olasın ki ?

cevapsız bir diyaloga girdiğini o da biliyordu. çürümüş iskemlesinin üstünden kalktı. gıcırdayan lambasını tuttu. sessizliği dinlemeye koyuldu.

- ben geldim ? aç zihnini.
- git buradan. bırak beni.
- sen beni özlüyordun. ben geldim. şimdi bana bırak.
- hayır. zamanı ısıtma. dur.

titredi. elindeki kalemin ucunda kanlar gördü. ağzının köpürdüğünü hissetti. bir kere daha "ah" dedi. o kadardı duası...

*******

yürüdü. durmadı hiç. ona varana kadar asla engel olamayacaktı kimse yoluna. güzün hazinliği birikmişti yaşıyor olduğu travmasında. "neden tanrım" dedi, diyordu, demeye devam ediyordu yüreği. "bir tanrıya inanıyor" olmanın yararı bu olsa gerekti. feryat edebileceğiniz bir şeyin olması...

- lütfen hanımefendi içeri giremezseniz. yas--
- çekil şuradan..

kapıyı sertçe açtı. donuk bir çift göze kesildi duruşu. masaya koştu. evlilik resimleri dağılmıştı her bir yana. ikisinin de en güzel gülüşlerinin olduğu şöminebaşı bir resim dikkatini çekti. arkasını çevirdi, bir şeyler karalanmıştı.

"yıkardım yırtılmış mavi gökyüzünü ellerine ve duvağını keserdim kayan yıldızların kirpiklerine.."

"duvak" dedi... durdu. saçlarını titreyen ellerine karışmış gözyaşlarıyla karıştırdı. ısıracak daha fazla da yer kalmamıştı zaten dudaklarında da. başını kan damlalarıyla bezenmiş kağıda doğru çevirdi. karakalem bir çalışmanın altında bir şeyler daha karalanmıştı. korkuyordu. yazı... belki de kendini görüyordu. pişmanlık artık onun ta kendisiydi. kendinden korkuyordu. kendi savaşını kaybetmekten....

"ya da bir çiçeğe zikir olurdu çırpınışların bir kayık bahçesinde. suyunda bir efkar dolaşırdı. duvarlar yine mi yitik ey dağlar"

dizleri çözüldü. bir feryat ki inceden... bir uğultu gibi. tiz bir vurgun acısı daha. elleri yumruk oldu. masada birleşti ahenkle. tok bir sesin izinde... yerlere dökülmüş sigaraları gördü. dağınık tütünleri...bu sefer kendi söylüyordu. istemsiz bir duyguyla...

"huzurunu aşıla fırtınaların gölgelerine ve bir damla daha öksür engellerine özgürlüğünün.."

durmadı... devamı vardı...

"görmemiştik biz hiç doğan ayı aslında. hala güneşin dikenlerinde sallanırdı salıncaklarımız. bir dünya daha çizmiştik biz yeryüzüne ve o da gitmişti amansızlığa. durmak bize göre değildi..."

sımsıkı yumdu gözlerini. biliyordu bunun sonunu. biliyordu ki zaman ısınmıştı. o duvarın köşesinde bir çınar yatıyordu. kanın çizdiği yolda bir kaç kelime daha düştü ıssızlığa..

"yaşamın dalları arasındaydı yuvalarımız ve ıslak topraktandı girişlerimiz içine.."

toprak olacak o benliğe sarıldı. ağlamıyordu. gözyaşı artık çünkü manasızdı. debeleniyordu boşluğa doğru. inlermişcesine söylendi. "ben artık geldim.. gerçek ben.. ben..!!!" durmuyordu 20 sene. akmıştı çoktan.

yitik bir çırpınıştı artık onun dili...

11 Mart 2010 Perşembe

yağmur altında öpüşmek

"içindeki duyguların dinamik bir baskı oluşturduğu ruhlarda, en güzel dizginleme sanatıdır. bir yandan yağmur vurur serinlersiniz, bir yandan dudaklarınız ıslanır o'na kanarsınız..."

yazar, o kadar güzel özetlemişti ki herşeyi aslında... sadece bir tebessüm oluştu düşünceli bakışlarıyla yüzünde. çiseleyen yağmuru duyuyordu elleri, titrek bir heyecan vardı içinde belli belirsiz. oturduğu tahta banktan kalktı ve biraz yanındaki büyük çam ağacının dibine çöktü. cebinden küçücük buruşuk bir kağıt çıkardı. akan burnunu eliyle sildi çocuksu bir refleksle.

"o öyle bir andı ki... ben sana bunu anlatmak istesem, dudaklarım kurumaya başlar hemen... belki dizlerine başımı koyup sen saçlarımı okşamaya başlasan ancak çözünür karanlıklarım... kimsenin göremeyeceği duyamayacaği bir yangındı o... alevsiz ve dumansız..."

ağacın dibinden kalkıp bir kaç adım ileri yürüdü. şiddetini arttıran yağmuru umursamıyordu. alışıktı o ıslanmaya. ıslaktı hayalleri, ıslaktı duaları... gözleri hep ıslaktı... elindeki kağıdı umutsuzca rüzgara bıraktı. süzülüşünü izlerken başka kağıtlar çıkartmaya çalıştı, yırtılmış mutluluğuna inat onları bir küçük bir zafer edasıyla bir araya getirdi.

"parıltılar içerisinde masmavi bir rüyaydı o... asla tadını başka yerde alamayacağım..."

sözü kesildi bir anda. iki yumuşak kolun belinden doğru onu kavradığını hissetti. tutamadı kendini, dudaklarını ısırmayı bıraktı...

- neden ağlıyorsun balım... buradayım...ben geldim
- seni o kadar çok özledim ki... o kadar çok... çok...

o'nun geldiğini biliyordu. o ancak böyle nefes alabilirdi, o'nun nefesi ancak boynundan doğru kalbinin derinliklerine böylesine ısıtabilirdi. bu tanrının bir lütfu muydu? ya da bir mucize... soruyu yaşamak zamanı değildi. arzusu sadece o'ydu. sert göğsüne başını yasladı. belki kalbini hissedemiyordu ama liman duruluğunda bir tatlılık sarıyordu tüm bedenini. utangaç bakışlarını daha fazla saklamak istemedi.

- hala yazılarını saklıyorum biliyorsun değil mi... senin kokun hala onlarda...
- ben hep senin yanındayım. asla senden ayrılmadım... yokluk sensizliğin ta kendisidir...

öyle bir çekim vardı ki aralarında... belki sadece göz açıp kapayıncaya kadar birleşmişti onlar. soğuktu dudakları, ama bu onun umrunda değildi. tutkuları istekleri herşey gözlerinin önünden geçip gidiyordu uzaklara...

- kızım...

duran zaman mıydı yoksa kalbi miydi ? anlamsızlaştı düşünceler, bir anda gözleri boşluğa doğru açıldı. titreyerek arkasına döndü

- ilaç saati birtanem benim, hadi gel yanıma...
- ben iyiyim anne...
- biliyorum tatlım çok iyisin... hadi bırak ağaca sarılmayı gel yanıma
- ben hasta değilim anne...

aşk bir rüyaydı kimi zaman... bulutsu bir dirilişti uykuya... onu onsuz yaşamanın başka bir adıydı... ve bir ince hışırtıydı masum dünyalarında insanların... yağmur altında öpüşmek kadar...

son defa tut elimi

ayrılık uçurumunun kıyısına oturmuş iki küçük kırmızı kalbin birbirlerinden isteyecekleri belki de son umuttur..

yıpranışların, haykırışların, ağlayan duaların gölgesinde yürünülen çıkmaz yolda tatlı tatlı soğuk bir rüzgar eser. insanın özüne bir melek dokunur, titrer.. bakışların dipsiz kuyulara döndüğü bir alemdir..

- ve şimdi buradayız.. ne tutunabileceğim saçların var koynumda, ne de dudaklarından dökülecek o eski inciler
- biz burada değiliz... belki karşıki dağların ardında, belki bulutların üstündeyiz...burada sen ve ben varız

sebep olur... tane tane kar yağar buzdan acılar içinde gözlerden.. bitip tükenmiş ruhların defterleri dürülmeye başlanır

- ya bu ben değilsem.. yılgın tebessümlerime mi inat herşey..sonuca secde etmek miydi onca olanlar
- geçen zamanın acısına sabır derler.. sen bu olmasaydın... titremezdi kalbim boşluğuna

kurur... dudak kurur.. boğaz kurur... soğuk keser dilleri...imkansızlığın avuçları içine damlar anılar bir bir...

- ben sanırım üşüyorum...bu inen perde mi...
- durma sakın...son defa tut elimi..

o sıcaklıktır ki hayat için hala bir tutunma noktasıdır... huzur dolu bir kıvranıştır... sözlerin eşliğinde boşanır oturulan toprak hiçliğe... uçurumun çektiği hikayeler yankı bulur son defa o sozlerde...sert bir ses indirir gerçek perdeyi...zalimce...